-
41 оставаться
несов.; сов. - оста́ться1) врз kalmak; durmakостава́ться до́ма — evde kalmak
оста́ться дово́льным — memnun kalmak
оста́лся оди́н рубль — bir ruble kaldı / arttı
до отхо́да поезда остава́лось три мину́ты — trenin kalkmasına üç dakika kalıyordu
оста́ться без рабо́ты — işsiz kalmak
оста́ться без прогу́лки — gezmeden kalmak
оста́ться на второ́й год (в кла́ссе) — (sınıfta) kalmak
оста́ться кому-л. (в насле́дство) — (miras) kalmak
с тех пор оста́лось то́лько э́то зда́ние — o zamandan bu yana ancak bu yapı ayakta kalıyor / duruyor
у тебя́ оста́лась та кни́га? — o kitabın duruyor mu?
остава́ться в си́ле (о законе и т. п.) — yürürlükte kalmak
положе́ние остается / продолжа́ет остава́ться напряжённым — durum gerginliğini koruyor
они́ оста́лись одни́ — bir başlarına kaldılar; baş başa kaldılar ( наедине)
2) безл.тебе́ остаётся то́лько уе́хать — sana düşen, gitmek oluyor
еди́нственное, что остава́лось сде́лать - уе́хать — yapılacak tek şey gitmekti
в таки́х слу́чаях ему остава́лось то́лько молча́ть — bu gibi hallerde ona düşen, susmak olurdu
когда́ до го́рода остава́лось два киломе́тра... — şehre iki kilometre kala...
ино́го вы́бора не остаётся — başka seçenek yok
••оста́ться ни с чем — cascavlak kalmak
карти́на оста́лась за на́ми (на аукционе) — tablo bizim üstümüze kaldı
оста́лось нача́ть да ко́нчить — iş üç nalla bir ata kaldı
счастли́во остава́ться! — hoşça kal(ın)!
-
42 проноситься
I несов.; сов. - пронести́сь1) hızla geçmekпронести́сь ви́хрем — fırtına gibi gelip geçmek
по шоссе́ на преде́льной ско́рости проноси́лись автомаши́ны — şoseden son hızla arabalar geçiyordu
2) ( о времени) tez geçivermek3) yayılıvermekII сов.1) ( прийти в ветхость от носки) yıpranmak; (altı) delinmek ( продырявиться)2) (пробыть в носке какое-л. время) giyilmek; dayanmak, gitmekбо́льше го́да он (костю́м) не проно́сится — bir yıldan fazlasına dayanmaz
-
43 пропасть
-
44 breeze
n. hafif rüzgâr, rüzgâr, meltem, esinti; çocuk oyuncağı, tartışma, kömür artığı kül————————v. coşarak gitmek, dalıvermek* * *1. meltem 2. rüzgar gibi gel (v.) 3. hafif rüzgar (n.)* * *[bri:z](a gentle wind: There's a lovely cool breeze today.) meltem, yel, esinti- breezy -
45 flash
adj. ani, şiddetli, havalı, şık, gösterişli————————n. ışıltı, parlama, şimşek, yıldırım, flaş, ani ışık, an, yıldırım haber, çarpıcı çekim, cep feneri, uyuşturucu sonrası gevşeme————————v. ışık tutmak, aydınlatmak, yakmak, atmak (bakış), böbürlenmek, parlamak, çakmak, akla gelmek, görünüp hızla kaybolmak, yıldızı parlamak* * *1. flaş 2. birden parla (v.) 3. parıltı (n.)* * *[flæʃ] 1. noun1) (a quick showing of a bright light: a flash of lightning.) parıltı, parlama2) (a moment; a very short time: He was with her in a flash.) kısa an3) (a flashlight.) flaş4) ((often newsflash) a brief news report sent by radio, television etc: Did you hear the flash about the king's death?) flaş haber2. verb1) ((of a light) to (cause to) shine quickly: He flashed a torch.) parlamak; yakıp söndürmek2) ((usually with by or past) to pass quickly: The days flashed by; The cars flashed past.) yıldırım gibi geçip gitmek3) (to show; to display: He flashed a card and was allowed to pass.) göstermek•- flashing- flashy
- flashily
- flashlight -
46 fly
n. sinek, olta sineği; uçma, uçuş; açıkgöz, uyanık; pantolonun ön yırtmacı; ayar dişlisi (saat); kiralık araba; çadır perdesi————————v. uçmak, uçuşmak, dalgalanmak, havalanmak, savrulmak, saçılmak, atılmak, kaçmak, firar etmek, uçurmak, uçakla gitmek, atlayarak aşmak, üzerinden atlamak* * *1. uç (v.) 2. sinek (n.)* * *I plural - fliesnou)1) (a type of small winged insect.) sinek2) (a fish hook made to look like a fly so that a fish will take it in its mouth: Which fly should I use to catch a trout?) çapari3) ((often in plural) a piece of material with buttons or a zip, especially at the front of trousers.) pantolon fermuarı•II past tense - flew; verb1) (to (make something) go through the air on wings etc or in an aeroplane: The pilot flew (the plane) across the sea.) uç(ur)mak2) (to run away (from): He flew (the country).) kaçmak3) ((of time) to pass quickly: The days flew past.) uçar gibi geçmek•- flying saucer
- flying visit
- frequent flyer/flier
- flyleaf
- flyover
- fly in the face of
- fly into
- fly off the handle
- get off to a flying start
- let fly
- send someone/something flying
- send flying -
47 glaze
n. sır, cila, jöle, jöle ile kaplama, parlama, kırağı————————v. cam takmak, sırlamak, jöle ile kaplamak, parlatmak (boya), perdahlamak, sırlanmak, cam gibi olmak, feri gitmek* * *1. sır 2. camla kapla (v.) 3. şeffaf sır (n.)* * *[ɡleiz] 1. verb1) (to fit glass into: to glaze a window.) cam takmak2) (to cover with glass or a glaze: The potter glazed the vase.) sırlamak, perdahlamak3) ((of eyes) to become blank or dull.) bulanmak, donuklaşmak2. noun1) (a glassy coating put on pottery etc: a pink glaze on the grey vase.) sır, perdah2) (a shiny coating eg of sugar on fruit etc.) ince şeker tabaka•- glazier -
48 ride
n. binme, gezinti, dolaşma, gezinti yolu————————v. binmek (at veya bisiklet), arabayla gezmek, arabaya binmek (sürmeden), süzülmek, kayar gibi görünmek (ay, bulut vb), yüzmek, havada kalmak, karara bağlanmamış olmak, sürüklenmek, üst üste binmek, taşımak (omuzunda vb), kullanmak, geçmek (yol), gırgıra almak, binmek, sataşmak, kafa bulmak* * *bin* * *1. past tense - rode; verb1) (to travel or be carried (in a car, train etc or on a bicycle, horse etc): He rides to work every day on an old bicycle; The horsemen rode past.) binip gitmek2) (to (be able to) ride on and control (a horse, bicycle etc): Can you ride a bicycle?) binmek3) (to take part (in a horse-race etc): He's riding in the first race.) katılmak, koşmak4) (to go out regularly on horseback (eg as a hobby): My daughter rides every Saturday morning.) ata binmek2. noun1) (a journey on horseback, on a bicycle etc: He likes to go for a long ride on a Sunday afternoon.) ata binme2) (a usually short period of riding on or in something: Can I have a ride on your bike?) binme•- rider- riding-school -
49 stream
n. akarsu, çay, dere, akıntı, nehir, sel, akım————————v. akıp gitmek, akmak, aralıksız sürmek, sürmek, dalgalanmak, uçuşmak, akıtmak* * *1. akıntı (n.) 2. ak (v.) 3. akış (n.)* * *[stri:m] 1. noun1) (a small river or brook: He managed to jump across the stream.) çay, dere2) (a flow of eg water, air etc: A stream of water was pouring down the gutter; A stream of people was coming out of the cinema; He got into the wrong stream of traffic and uttered a stream of curses.)... seli,... akıntısı; akıntı3) (the current of a river etc: He was swimming against the stream.) akıntı4) (in schools, one of the classes into which children of the same age are divided according to ability.) öğrencilerin yetenek düzeylerine göre kümelere ayrıldıkları sınıf2. verb1) (to flow: Tears streamed down her face; Workers streamed out of the factory gates; Her hair streamed out in the wind.) sel gibi akmak/boşanmak2) (to divide schoolchildren into classes according to ability: Many people disapprove of streaming (children) in schools.) öğrencileri yeteneklerine göre sınıflandırmak•- streamer- streamlined -
50 stride
n. uzun adım, uzun adımlarla yürüme, bir adımlık mesafe————————v. ata biner gibi oturmak, yürüyerek geçmek, geçip gitmek, uzun adımlarla yürümek, atlayarak geçmek, aşmak* * *1. uzun adımlarla yürü (v.) 2. uzun adım (n.)* * *1. past tense strode [stroud]: past participle stridden ['stridn] - verb(to walk with long steps: He strode along the path; He strode off in anger.) uzun adımlarla yürümek2. noun(a long step: He walked with long strides.) uzun adım- take in one's stride -
51 strike
n. grev, çalma, vurma, vuruş, vurgun, petrol bulma, maden bulma, beklenmedik başarı, hava saldırısı, nükleer saldırı————————v. basmak (çalgı, para), hesap bakiyesini tespit etmek, vurmak, çarpmak, isabet etmek, indirmek, çakmak, işlemek, gözüne ilişmek, yeretmek, etki bırakmak, izlenim bırakmak, gibi gelmek, bulmak, çalmak (saat), gelip çatmak, kök salmak, yolunu tutmak, grev yapmak, çıkarmak, takınmak, sokmak (yılan)* * *1. çarp 2. çarp (v.) 3. vuruş (n.)* * *1. past tense - struck; verb1) (to hit, knock or give a blow to: He struck me in the face with his fist; Why did you strike him?; The stone struck me a blow on the side of the head; His head struck the table as he fell; The tower of the church was struck by lightning.) vurmak, çarpmak2) (to attack: The enemy troops struck at dawn; We must prevent the disease striking again.) saldırmak, hücum etmek3) (to produce (sparks or a flame) by rubbing: He struck a match/light; He struck sparks from the stone with his knife.) yakmak, çakmak4) ((of workers) to stop work as a protest, or in order to force employers to give better pay: The men decided to strike for higher wages.) grev yapmak5) (to discover or find: After months of prospecting they finally struck gold/oil; If we walk in this direction we may strike the right path.) keşfetmek, bulmak6) (to (make something) sound: He struck a note on the piano/violin; The clock struck twelve.) çalmak, (saat) vurmak7) (to impress, or give a particular impression to (a person): I was struck by the resemblance between the two men; How does the plan strike you?; It / The thought struck me that she had come to borrow money.) etkilemek, etki bırakmak8) (to mint or manufacture (a coin, medal etc).) basmak9) (to go in a certain direction: He left the path and struck (off) across the fields.)...-e doğru gitmek10) (to lower or take down (tents, flags etc).) indirmek, çadır bozmak2. noun1) (an act of striking: a miners' strike.) grev2) (a discovery of oil, gold etc: He made a lucky strike.) buluş•- striker- striking
- strikingly
- be out on strike
- be on strike
- call a strike
- come out on strike
- come, be within striking distance of
- strike at
- strike an attitude/pose
- strike a balance
- strike a bargain/agreement
- strike a blow for
- strike down
- strike dumb
- strike fear/terror into
- strike home
- strike it rich
- strike lucky
- strike out
- strike up -
52 gyrate
v. döne döne gitmek, dönmek, topaç gibi dönmek* * *devret -
53 holpern
holpern v/i <sn> sarsıla sarsıla gitmek; <h> sarsılmak; fig tökezlemek; aksamak; su gibi okuyamamak -
54 Sand
Sand m <Sands; Sande> kum; (Sandfläche) kumluk, kumsal;wie Sand am Meer denizde kum (gibi);im Sand(e) verlaufen unutulup gitmek -
55 башбаштаклану
kafasına estiği gibi davranmak, burnunun dikine gitmek -
56 benutzen
benutzen*vt2) ( ausnutzen) kullanmak;er benutzte die Gelegenheit, um zu fliehen kaçmak için fırsatı kullandı;etw als Vorwand \benutzen bir şeyi bahane etmek; -
57 etwa
etwa ['ɛtva]I adv1) ( ungefähr) aşağı yukarı, yaklaşık olarak2) ( beispielsweise) söz gelişi;wie \etwa in diesem Fall söz gelişi, bu durumda olduğu gibiII part;willst du \etwa schon gehen? hemen şimdi gidecek misin yani?;er wollte gehen oder \etwa nicht? gitmek istiyordu yoksa istemiyor muydu? -
58 nehmen
nehmen <nimmt, nahm, genommen> ['ne:mən]vt1) ( ergreifen) almak;ich weiß nicht, was ich \nehmen soll ne alacağımı bilmiyorum2) (an\nehmen) kabul etmek;man muss ihn \nehmen, wie er ist onu olduğu gibi kabul etmek gerekir3) ( verlangen) istemek;er nimmt 30 Euro die Stunde saatine 30 euro istiyor4) (weg\nehmen) alıp götürmek; (heraus\nehmen) almak (-den);jdm die Hoffnung \nehmen birinin umudunu kırmak;du solltest dir einen Anwalt \nehmen kendine bir avukat tutsan iyi olacak6) (ein\nehmen) almaketw zu sich \nehmen; ( essen) bir şey yemek; ( Kleinigkeit) bir şeyler atıştırmak; ( trinken) bir şey içmek;sie nimmt Pillen hap alıyor;ich nehme nie Zucker in den Kaffee ben hiçbir zaman kahveme şeker almam;\nehmen Sie noch ein Stück Torte? bir parça pasta daha alır mısınız?7) etw auf sich \nehmen bir şeyi üzerine almakjdn zu sich \nehmen birini yanına almak;jdn beim Wort \nehmen birinin sözüne inanmak;sie nahmen ihn in die Mitte onu ortalarına aldılar;er ist hart im N\nehmen metanetlidir;jdm etw übel \nehmen birine bir şeyden alınmak [o gücenmek] -
59 rund
-
60 wollen
wollen <will, wollte, wollen> ['vɔlən]1. modal vb1) ( mögen) istemek;etw machen \wollen bir şey(i) yapmak istemek;ob wir \wollen oder nicht istesek de istemesek de2) ( beabsichtigen) istemek, niyet etmek;ich wollte gerade gehen şimdi gidecektim3) ( behaupten) iddia etmek;er will dich gestern gesehen haben dün seni görmüşmüş [o gördüğünü iddia ediyor];und so jemand will Lehrer sein ve böyle birisi öğretmen olduğunu iddia ediyor4) ( auffordern)wenn Sie bitte Platz nehmen \wollen lütfen yerinize oturur musunuz5) ( erfordern) gerekmek;das will gelernt sein bunu öğrenmiş olmak gerekir6) (Passiv: müssen)der Müll will runtergetragen werden ( geh) çöpün aşağı taşınması gerekiyor7) das will ich nicht gehört haben bunu duymamış olayım;ich will ja nichts gesagt haben, aber... karışmak gibi olmasın ama...;was will man da machen? ne yapılabilir ki?2. <will, wollte, gewollt> ['vɔlən]I vi1) ( den Willen haben) istemek;lieber \wollen tercih etmek;ich will jetzt nach Hause ben şimdi eve gitmek istiyorum;zu wem \wollen Sie? kiminle görüşmek istiyorsunuz?;du musst nur \wollen sadece istemen gerekiyor;meine Beine \wollen nicht mehr ( fam) bacaklarım artık tutmuyor;es will mir nicht aus dem Kopf ( fam) o bir türlü aklımdan çıkmıyor2) ( wünschen) istemek, arzu etmek;ich wollte, er würde endlich kommen gelmiş olmasını isterdim;ganz wie du willst nasıl istersen;ob du willst oder nicht istesen de istemesen de3) ( fam)dann \wollen wir mal! haydi o zaman!II vt1) (haben \wollen)wir \wollen keine Kinder biz çocuk istemiyoruz2) (durchsetzen \wollen)3) ( beabsichtigen)ich weiß gar nicht, was du willst, das sieht doch gut aus ( fam) ne istediğini bilmiyorum, bu iyi gayet iyi duruyor;das habe ich nicht gewollt bunun olmasını istemedim;ohne es zu \wollen istemeden4) ( fam)da ist nichts ( mehr) zu \wollen burada yapılacak bir şey yok;du hast hier nichts zu \wollen burada işin yok3. adj, yün(den), yünlü
См. также в других словарях:
kağnı gibi gitmek — çok yavaş gitmek … Çağatay Osmanlı Sözlük
çorap söküğü gibi gitmek (veya gelmek) — başlayan bir iş veya birbirine bağlı birçok iş arka arkaya ve kolayca sürüp gitmek … Çağatay Osmanlı Sözlük
su gibi gitmek — (bir şey) bol bol harcanmak … Çağatay Osmanlı Sözlük
badi badi yürümek (veya gitmek veya koşmak) — ördek gibi iki yana sallanarak yürümek (gitmek, koşmak) Hani biz bir çayırda arabayla geçerken bir boğa çıkageldi, köylü korkudan nasıl badi badi koşmaya başlamıştı? A. Ş. Hisar … Çağatay Osmanlı Sözlük
sel gibi akmak — 1) sıvılar için bol ve gür akmak Durmaz akar gözüm yaşı sel gibi. Âşık Veysel 2) zaman çabuk ve hızla geçmek 3) insanlar kalabalık bir yığın hâlinde gitmek, yürümek … Çağatay Osmanlı Sözlük
ok gibi (yerinden) fırlamak — çok hızlı gitmek Affedersiniz, beni burada görürse kızar, diye ok gibi fırladı. B. Felek … Çağatay Osmanlı Sözlük
kuş gibi uçup gitmek (veya uçmak) — 1) çok kısa süren bir hastalıkla ölmek 2) çok kısa sürmek, geçmek Baktım seneler kuş gibi uçuyor / Baktım sonum bir avuç toprak. B. Necatigil … Çağatay Osmanlı Sözlük
sürüp gitmek — eskiden olduğu gibi, eskiden nasılsa gene öyle olmak, öyle devam etmek Fakat bereket ki bu nevi duygular ancak masal ve romanlarda sürüp gider. R. N. Güntekin … Çağatay Osmanlı Sözlük
tesbihe dizer gibi dizmek — sp. futbolda, rakip takımın oyuncuları arasından birer birer geçip gitmek … Çağatay Osmanlı Sözlük
yuvarlanıp gitmek — 1) eldeki imkânlarla geçinmek Biz işte aile gibi bir şeyiz burada, büyük hanımı da kendimize uydurduk, yuvarlanıp gidiyoruz. R. N. Güntekin 2) birdenbire ölmek … Çağatay Osmanlı Sözlük
tersine gitmek — 1) (bir iş veya durum) istenildiği gibi gerçekleşmemek, iyi sonuç vermemek 2) (bir iş veya durum) bir işten veya bir durumdan hoşlanmamak Kızların keman çalması benim o zamanlar bir tersime giderdi. H. Taner … Çağatay Osmanlı Sözlük